Y

.

8 Temmuz 2021 Perşembe

yazılara isim bulmak yasaklansın

Güle güle kardan adam, seneye görüşürüz. Burnunu yiyebilir miyim? 

***


Beni motivasyon saçmalığına inandırmanız için önce beni motive olmaya motive etmeniz gerekir ve günün sonunda bunu da başaramazsınız. Beni motive olmaya motive etmeye yetecek motivasyonu kendinizde bulamayacaksınız.

Neden motive olunur ki hem? Önemli mi herhangi bir şey? O kadar da istiyor musunuz aslında?
Yerden kalkmak için kendi kollarınız yetmiyor anlaşılan. Güçsüz olmayı seçtiğinizi düşünmüyorum yanlış anlaşılmasın, bir şekilde bu noktada buldunuz kendinizi. "Yerden kalkmak" deyişinin tetikleyici etkisini düşünüyorsunuz, "düşmüş" olduğunuz yanılgısı içinde. Düşmek ve kalkmak gibi modeller yer bulurken sizin özel mi özel hayatınızda, hayır, aslında hiçbir insan düşmez. Düşmek ve kalkmak Newton hareket yasaları sonucudur. Örneğin bir elmayı bırakırsam yere düşer, kalkmak için motivasyona ihtiyaç da duymaz. Elma düştüğünde orada kalır çünkü elma, elmadır. Motivasyon denen şey de ancak bir elmanın kendini yerden kaldırabileceği gerçeği kadar gerçektir. Bu doğrultuda, bir elma gibi düşmediğiniz için de kalkmanız gerekmez. Terimlere yaklaşırsak; kalkmak, ışıldayan bir metadır, çekiciliği yükselme olgusuyla paralel, anlaşılırdır fakat geçerli değildir. Düşmek ise kötüdür, dizleriniz acır, elleriniz falan hep pis olur. Kollarınızı yerden kalkmak için kullanmak yerine kenarlardan tutunmak için çalıştırdığınızda aslında ne kadar güçlü olduklarını göreceğiniz anı bekliyorum. Motivasyonunuzu mu kırıyorum? Ne kırılgansınız. Beceriksizliğin de bir sınırı olur, siktir edemiyorsunuz bile beni. 

İnsanların bu konudaki anlayışlarını bir süredir o ya da bu şekilde inceleme fırsatım oldu. Motivasyon arayışının temelini yalan duyma ihtiyacına bağlıyorum. Öyle beyazından da değil, kallavi yalanlar. Duyarsız kalınamayan her konu için söylenen bir başka yalan daha. Önceki gün hevesle aldığın sarı kağıtlardaki notlara bakıp yüce anlamlarını düşünürken tütsünü yak. Yarın sabah başlayacak diyetinde, bir dilim kepek ekmeğine seneye öğreneceğin 4 yabancı dili süreceksin. Yatak başlığının arkasında, duvara asılan sikildim mandalasındaki spirallerle semiyotik ilişkiler kurma çabası. Kulağına küpe ettiğin öğütlerin yer çekimine yenik düşmesi. Ayna karşısında kendinle konuşurken garip bir şeyler fark ettin değil mi?  Arkandaki duvar saatini nasıl oluyor da beyninin olması gereken yerinden seçebiliyorsun? Şeffaflaşıyor musun? Silikleşip kaybolmaya yaklaştığını hissederken on dakikada sıkı kalçalar istemek sanki küstahlık. Güzel ruhun, bitiş çizgisi olmayan bir yarışta hayaletlerle yarışıyor. Kazanmak mümkün mü?

Hem

Bitiş çizgisi yoksa, yarış var mıdır?

***


İnişlerin düşüşlere, çıkışların kalkışlara denk olmadığı bir hayatı yaşıyorum. Frekansımdaki tepe ve çukur noktalarının farkı, hali hazırda süregelen eylemlerimin şiddetinden kaynaklanıyor. Yapılması gerekenler, yapmak istediklerime; yapmak istediklerim, yapılması gerekenlere dönüşüyor. Bazen heyecanlarım kontrast yaratıyor. Gerçekleşiyorum doğrusu bir şekilde. Hayata devam etmenin dayanılmaz hafifliği üzerimde. Motivasyona bir an bile ihtiyaç duymadan yaşamak insanı başka konularda düşünmeye itiyor. Heyecanı heveslerde değil, detaylarda bulabilmek bunlardan biri olsa gerek. Heveslerim de oluyor, bir şeyler harika halleriyle dokunuyor hayatıma. Heyecanlarım da oluyor, alışkanlıklarım gibi süregeliyorlar onlar da. Akışta olmanın sakinliği bu heyecanlarla birleşip dans edince, işte o zaman tamamlanıyorum.


Aynada kendime bakıyorum. Derimi delip geçemiyor bakışlarım, katıyım. Yerli yerinde duruyorum. Gözlerim, karşısındaki dikkatli gözlere kayıyor. Bakışmaktan memnunlar. Varlığım, var olan her şeye saygı gösteriyor. Sahte amaçların hayaletleri kulağımda boş atarken ben umursamıyorum, ayağımla ritim tutuyorum şarkıya. Gün doğarken aydınlanıyor zihnim yine, bugün güzel bir gün.

Kişisel algılamayın, sizi çok seviyorum.










27 Ekim 2019 Pazar

Gölgenin bileşenleri

  Odamın duvarı, mum ışığıyla dans edip, ellerimin tuhaf hareketleri ile pek de iyi tasarlanamamış yaratıklara yuva oladursun, elektrik kesintisinin metaforik anlamlarını düşünüyorum. Şu aydınlık veya karanlıkla alakalı şeylerden. Cümlelerimi, bu sıcak ışığın elimle ilişkisine borçlu olduğum bir gecenin ortasındayım. Zihnim bana misafirperverliğini gösteriyor yine. Sözlerim yokuş aşağı, gözlerim biraz baygın ama idare ederim.

  Son zamanlarda kafamın içinde baskınlığını hissettiğim muhabbetlerden en hararetlisi sanırım süperego ve bilinçdışı keşmekeşi (bilinçaltı tedavülden kalktı arkadaşlar). Sizi sıkmasın hemen bu konu, inanın bana dün akşam çektiğiniz storylerden daha yakın hepimize. Yo hayır, basit bir sosyal medya eleştirisi falan değil bu yazı. Yine de parmağınızla kaydırıp bir sonraki sayfaya geçebilirsiniz, size kalmış.

  Neyi fark ettim biliyor musunuz? İnsanlar artık delirmekten korkmuyorlar. Hatta deliliğin her birimize bu kadar yakın olduğu başka bir dönem hatırlamıyorum, duymadım. Buna biraz açıklık getirelim; Sabahları uyanan sen, yani hakikaten sen olduğunu sandığın kişi halen orada bir yerde mi merak ediyorum. Kendi üzerindeki kontrolünden, hazlarından, arzularından ve nefretlerinden emin veya en azından bunlara hakim hisseden kişi. Sana da çok uzakta kalmış gibi gelmiyor mu?

  Kontrol, olumlu sonuçlar uğruna olsun olmasın, insanın haybeye yaşamasının önüne geçen hisler bütünüdür. Kontrol denklemdeki değişmezdir ve uç noktalarda bile gezinseniz sizi ayık tutabilecek nitelikte olmalıdır esasında. Yani en azından bir süre öncesine kadar böyle olduğuna inanıyorduk. Kontrolü elden bırakanların sayısının arttığını görmek bu inanca öyle bir yumruk attı ki yere düşenleri ayağa kaldırırken kontrolümüzü kaybetmeye biraz daha yaklaştık.

  Biricik aklımızı ve müstesna kontrolümüzü kime emanet ettik fikriniz var mı? Yine kendimize, evet yine kendimize ama o bildiğimiz bize değil. Çok daha bastırılmış ve henüz kutsanmamış olana. Ehlileştirilmemiş, körpe ve aynı zamanda yaşlı. İnanın bana kontrolü verdiğimiz şu kuklası olmaktan korkmayanları seven diğer bilincimiz asla günah çıkaran tiplerden değil.

  O kadar kalabalık bir ortamdayız ki, kim kimin üstünde duruyor kestirmek zor. Birikimlerin değersizleştiği, spontaneliğin ve bu paralelde ulaşılmazlığın özendirildiği, tatminin zorlaştığı, sürüler halinde gezdiğimiz bir dönem. Ezberlenmiş zevkler, kanıksanmış suratlar, müzikler ve renkler. Kefenler dikilmesi ve birçok ölüm isteği gençlerden gelen. Şuursuz güruh demek ne haddime bilemiyorum ama herkesçe takip edilen ve dahil olunan kitlenin ağzımda bıraktığı tat artık midemi bulandırıyor. Ulaşılmazlık başlığının, bu meselede başrol oynadığını düşünüyorum. Ulaşılmazlık isteği, Kadıköy'deki bir köpektir oysa. Arada bir başınızı severler belki ama sonra yine aç ve yalnız kalırsınız.

   Ben yazıyorum, kelimelerimin biteceğinden korkarak değil, bahsetmeyi sevdiğimden yazıyorum. Bahsetmek benim için oyun, belki katarsis. Bazen eğlenceli. Genelde sadece tarafsız. Geç saatlerde uyku tutmayınca vefalı. Ben yazıyorum çünkü az da olsa korkuyorum içimdeki sesi ara sıra duyamamaktan. Yazıyorum çünkü kendimi duymak istiyorum. Görüyorum, benim kendimle oynadığım oyundan başka bir oyun oynuyorlar dışarıda, kapılmayı istemediğim.

26 Nisan 2019 Cuma

ayrılmak.

  Kuzey cephesinin gerisinde kurulan karargahın mutfağı ne kadar küçükse de fırında balık pişirebilecek kadar genişti. Hava epey soğuktu ve rüzgar uzaklardaki bombardımanın sesini gizlemek istercesine uğulduyordu o akşam. Oscar ve Toby, bölüğün diğerlerinden biraz uzak, tepelerindeki lambanın cılız ışığı altında ise birbirine yakın iki iskemlede oturuyordu.





  -Bu yediğimiz şey balıksa şu masa sana girsin Toby. Gerçekten de kaplumbağa veya başka bir şey gibi tadı.
  -Nesi var lan? Mis gibi balık işte oh!
  -Bu bir balık değil Toby, bu bir tür yastık kılıfı.
  -Eeeh yemiyorsan bana ver madem.





   Toby için yediği şeyin balık olup olmaması önemli değildi. Bir şeyin yenilebilecek olması yeterliydi, o sadece yerdi. Eline bir tahta parçası bile tutuştursanız mutlaka yiyebileceği bir kısmını bulurdu. Bu huyu birçok kez başını belaya soksa da, zor zamanlarda çok kere yardımcı olmuştu.





   -Kolejden beri senin kadar boğazına düşkün adam görmedim vallahi Toby. Buna rağmen nasıl da inceciksin.
   -Metabolizmam hızlı benim olum, her şeyi hızlıca yakarım. Biz afro-amerikalılar fazla enerji harcarız Oscar'cığım.
   -Yatak konusunda da böyle her yola gelen bir adamsan alt ranzayı sana devrediyorum Toby'ciğim.
   -Öyle yağma yok!



   Oscar'ın yutkunmaları yavaşlarken bakışları pencereden uçtu ve ufuktaki bir noktaya daldı. Kızıl alevden parlamalar yaratan havan toplarını izledi donuk gözlerle.Bu çapraz ateşin binlerce canı aldığını bilirdi. Boğuk da olsa patlamaların sesleri ancak birkaç saniye sonra ulaşıyordu karargaha. Böyle manzaraları izlerken etrafındaki her şey bulanıklaşırdı. Gördüğü şeyin kızıllığının ne kadar vahşi olduğunu bir kez daha hatırlardı. Vahşetin rengi kırmızı mıydı oysa?



  -Bir, iki, üç, dört, beş, ... bum! Her defasında tutturuyorum sesin buraya geleceği zamanı Oscar.
  -Bu çok da karmaşık bir durum değil Toby, saymayı bilen herkes bunu yapabilir.
  -Sus köpek! Bunun hesap gerektiren bir tarafı da var. Ses hızının saniyede aldığı mesafeyi falan bulacaksın da ohoo.
  -Toby fizik mezunuyum.
  -Tamam patron. Ayrıca geçen hafta ayağından vurulan eleman enfeksiyondan gitmiş. Keşke kafasından vurulsaymış zavallı.
  -O ne demek Toby, delirdin mi?
  -Kafandan vurulmak, ayağından vurulmaktan daha az acı verir Oscar.







***





  -Oscar
  -Efendim Toby
  -Abinden haber var mı?
  -Yok.
  -Hiç merak etmiyor musun lan?
  -Ediyorum da ne yapayım ki? Kendi bileceği iş. Damien kaçmak istedi ve kaçtı, bu beni o kadar da alakadar etmiyor.
  -Haklısın haklısın. Boşver zaten gerçekten abin bile değildi.
  -O ne demek? Babamın oğlu işte. Annelerimiz farklı.
  -Babanın oğlu ama aynı zamanda annenin oğlu değil. Çok garip anasını satayım!
  -Toby bazen o kadar malca konuşuyorsun ki sana inanamıyorum.
  -Hayır yani nasıl olabilir. Babanın karısı ama aynı zamanda annen değil falan, tuhaf.
  -Boşver abimi, senin kızdan ne haber? Bozuk mu sana hala?
  -Okulda ne iyiydik oysa hatırlıyor musun onunla? Mektuplarda bile tartışmaya çalışıyor benimle şimdi. Son gönderdiğime de cevap gelmemiş zaten.
  -Bence o kızın bazı problemleri var Toby. Konfor alanına çok düşkün. Bak sana lisedeki kız arkadaşımı anlatmışım, o da böyleydi. Azıcık rahatsız olsa bir şeylerden, yaygarayı koparırdı.
  -Bilmem çok da düşünmemeye çalışıyorum. Hem geri dönebileceğimiz bile kesin değilken böyle olması daha iyidir belki de.
  -Yine bok gibi konuşuyorsun Toby. Senin bu olumsuzlamalarına deli oluyorum.
  -Seni annen olumlasın Oscar. Savaştayız ve kendimi kandırmıyorum.
  -İyi geceler Toby.
  -Nayt nayt Oscar.





   Alt ranzanın manzarası ise üst ranzanın demirleriydi Oscar için. Uyuyamamıştı, babasının oğlu olan ama aynı zamanda annesinin oğlu olmayan abisini düşünüyordu. Doğrusunu mu yapmıştı? Bir anlık cesaretle bırakıp gitmişti birliği Damien. Aranıyordu elbette, yakalanırsa sonunun ne olacağını yalnızca Tanrı bilirdi. Doğru olanı yaptığına olan inancı, bu eylemi gerçekleştirirken bir an bile tereddüte düşürmemişti onu. Oscar için abisi ve bu davranışı her zaman kafa karıştırıcı sorularla anılacaktı.





  -Toby uyumadıysan sana bir şey soracağım.
  -Uyudum Oscar, ama sor.
  -Zoruna gitmiyor mu burada kalmak? Sürekli yaklaşıyoruz sınıra farkındasın bunun değil mi?
  -Bunu sorgulamak için biraz geç kalmadın mı Oscar? Bak ben böyle şeyleri konuşmayı bıraktım artık. İlk başlarda çok yapardık bunu hatırla. Üzerine konuşunca daha iyi olmuyor. Ne olup biteceğini beraber göreceğiz.
  -Biliyorum ama ben artık hangi hayatım gerçek ayırt edemiyorum. Ne ara oradaydık ve ne ara buradayız? Hiç çocuk olmamış gibi hissediyorum bazen. Biz bir aralar çocuktuk değil mi Toby?
  -Evet öyleydik Oscar. Özellikle sen çok ağlak bir çocuktun eheh.
  -Orduya alındığımızdan bu yana kendimde bazı şeylerin köreldiğini hissediyorum.
  -Ağlayacak mısın oturup yoksa? Konuşmak istemiyorum anla şunu.
  -Tamam.


  Oscar düşüncelerinde haksız değildi. O sevgiyle büyütülmüş bir çocuktu. Güzel gördüğü çiçeklerden bir tane koparmazdı, izleyip yoluna devam ederdi. Notlarını yüksek tutup iyi bir akademisyen olmak için çalışırken, şimdi hayalini bile kuramayacağı bir yerde sefil ve rutubetliydi hali. Körelmiş miydi bu hisleri artık? Elbette körelmişti. Kolundaki açık yarayı sarmayı öğrenmişti. Hayvanları avlamayı da öyle. Ne bulursa yemeliydi ve ne görürse öldürmeliydi. Yine de taburuyla çıktığı keşif devriyelerinde yolda gördüğü çiçeklere basmazdı, yanından geçerdi.



***





  Gecenin karanlığı ve ıslanmış toprak kokusu tüm karargahı doldurmuş, bu harabe yapının pencerelerine gerilen kumaşlardan biri, içerideki havayı döndürsün diye de azıcık açık bırakılmıştı. Uykuyla uyanıklık arasında gidip gelenin sadece kendisi olmadığına emindi Oscar. Uyku tutmayan diğer erler ve ateş böcekleri de vardı orada. Ateş böcekleri ne güzeldi. Soluna dönüp yarı açık pencereye doğru daldı bakışları. Evinde olduğunu hissetmeye çalıştı. Güzel yatağında rahat bir gece geçirecekti öyle yaparsa. Göz kapakları yavaşça kapanırken halinden memnundu.

  Sabahın sessizliğini bölen ilk gümbürtü tam tepelerindeki çatıda koptuğunda başından vurulmuşa döndü. Toparlanmakla, ranzasında uyumaya devam etmek arasında o kadar kaldı ki, gecikti muhtemelen. Çünkü Oscar için, gördüğü rüyaların gerçekliği her zaman uzun gecelerine farklı bir tat katardı.

  -Bu bir rüya değil, bu tam isabet bir havan topu. Diye geçirebildi içinden son anda.

  Ne mühimmat, ne kask, ne de başka bir şeyini dahi alamadan fırladı yatağından Oscar. Toby ondan önce fırlamış olacaktı ki yıkılmak üzere olan binanın bahçesinden sesleniyordu ona.

  -Seni koca götlü hergele. Buraya gelmen ne kadar daha sürecek? Lanet olsun Oscar seni bekleyeceğim diye ölmem mi gerekiyor?
  -Geldim Toby koş sen.
  -Gerçekten de öldüğünü falan düşündüm burada kahretsin Oscar.
  -Gerçekten de kahretsin Toby.


   Nereye gittiklerini bile bilmeden sadece koşuyorlardı. Havada uçuşan uzuvlar mı daha dramatikti yoksa şarapneller mi? Havan toplarının düşeceği yerleri kestirmek o kadar zordu ki, önce şeytani  vızıltısı, sonrasında bir, iki, üç ... bum!

   -Ben şuradaki çukura gireceğim sen de buradakine gir Oscar! diye inledi Toby.

  Topların açtığı çukurlardan birine girseler, oraya tekrar düşmeyeceğini umarlardı. Öyle öğretilmişti eğitimlerde. Soluk soluğa koşarken, bunun nasıl bir gerçeklik payı olduğuna dair kısa bir matematiksel hesap yaptı Oscar kafasından, Toby bunu yapamazdı.


  -Çok saçma çok çok çok. Diye inledi Oscar da hesapları sonucunda. Çünkü mantıksızdı. Elbette bir top aynı yere ikinci kez düşebilirdi.

 Toby bu inlemenin sebebini hayatı boyunca bilemeyecekti ve o an bunu sorgulamak için en uygun an değildi. Toby, Oscar'ı geride bırakıp ilerideki çukura atladığında Oscar'ın tek seçeneği ilk çukura atlamaktı.

 Atladığı ilk çukurda bir başka erin cesediyle veya cesedinden geri kalanıyla karşılaştı. Afallamadı, hesaplarının sağlamasını yapan bu görüntü karşısında sadece sustu ve çömeldi. Çukurdaki erin önceki hayatını, ailesini ve ideallerini düşünmeye mecali dahi yoktu. Herkes gibiydi artık. Kendisi de herkes gibiydi, ne eksik ne fazla. Çukura dolan kan Oscar'ın her yanını kaplamış, sıcaklığı rahatsız edici derecedeydi. Açık gökyüzü yavaş yavaş toz ve dumanla kapanmaya başlıyordu. Gökyüzüne baktığı bir rüya olmasını isterdi bunun.

 -Bacağımı tutmasana ulan! Çe-çe-çenesinin yarısı yok bu adamın Oscar!

Haykırışı duyuldu ilerideki çukurdan. Şoka uğraşmış bir askerle aynı yere girmişti Toby anlaşılan.  Bir an "Neyse acıkırsa onu da yer" diye düşündü Oscar müzipçe.

  Önce vahşi bir vızıltı duyuldu. Oscar saydı bu kez Toby yerine, bir, iki, ... bum! Yanlış hesaplamıştı aslında. Bir saniye önce gelmesi sonucu değiştirmezdi. Delik deşik olmuş bedenindeki acıyı hissetti önce Oscar, sonra uzuvları üzerindeki kontrolünü kaybetti, mayıştı ve son yıldızı gördü üzerinde parlayan.


***


  Gördüğü rüyaların gerçekliği Oscar'ın gecelerine her zaman farklı bir tat katardı. Soğuk gecelerde sıcak iklimleri, sıcak yaz gecelerinde ise serin rüyalar görürdü. Bilinçaltının ortama verdiği mental bir tepki olarak yorumlardı bunları. Eski kız arkadaşının olduğu, bazen de çayırlarda uzanıp göklere baktıklarına ayrıca bayılırdı. Abisiyle geçirdiği yaz tatillerinden kesitleri içeren rüyaları ise en sık gördükleriydi. Denizden korkardı gerçi Oscar.





  -Sen de gelsene Oscar!
  -Ben yüzme bilmem ki abi!
  -Olsun çok da derin değil, gel ayaklarını sokarsın.
  -Ayaklarımı sokayım derken biraz açılırsak boğuluruz bak!
  -Geel ben tutarım seni.
  -Tamam geliyorum. Su sıcak, öyle değil mi?



  Bu sefer denize girdi Oscar. Tüm vücudunu kaplayan sıcaklığın yoğunluğuyla gözlerini kapattı. Suyun dışından gelen patlama sesleri şimdi daha da boğuktu ama o, orada tek başına sıcacık bir plazmanın içinde rahat ve güvendeydi.














20 Aralık 2018 Perşembe

Ariel'in bilmedikleri

  Tek başına tatile çıkmanın iyi yanlarından biri de, seni sürekli denize çağıran arkadaşlarının olmaması. Dalga sesleri kıyıya vururken, kanıksanmış bu şeyin beni denize yürüteceğini düşünmezdim. Sonuçta pek de sevmezdim denizleri. Yüzmeye çağıran arkadaşlarım olmasa da, ayaklarımı sokayım derken açıldım, biraz daha, az daha ilerleyince su artık soğuktu. Sonradan anlayacaktım ki soğuk olan, altımdan akıp giden akıntının kendisiydi. Vaziyetin tatsız bir hal aldığını fark etmem, iyi bir yüzücü olmama rağmen zaman aldı. Geciktim muhtemelen.

  Kıyıdan beni gözleyecek birkaç arkadaşın eksikliğini o an hissettim.

 Hayata tutunma çabalarımın bir süre sonra anlamsızlaşması, beni çekip savuran akıntının gücüyle doğru orantılı artıyor, "Akıntıya karşı yüzmeyin, bırakın kendinizi" dediklerini anımsıyor ama ölmekten korkuyordum bir yandan. Hem de boğularak ölmek, ne berbat bir ölüm. Bu durum, tek başına tatile çıkmanın melankolisiyle de birleşince, bu akşam, akşam haberlerine malzeme olmaktan öteye gidemeyecektim.

  Akıntıların bu kadar uzun ve soğuk olabileceğini düşünemezdim.Yarım saatten fazladır, babasının elinden tutmuş küçük bir çocuk gibi, akıntı beni nereye götürürse zoraki oraya gidiyordum. Sürekli savrulmaktan başım dönmeye başlamış, kramplarım artmış, gözlerimi açık tutmakta zorlanırken uzaklarda gözüme kestirdiğim ufak kaya parçasının hızla yaklaştığını fark ettim. Kendimi temasa hazırlayıp kalan son gücümle sağ kolumu attım, parmaklarımın ucunun da ucuyla tutunabildim. İki tırnağım kırıldı. Ölmeyecek miydim? 

  Kayalığın üzerine çıkabildiğimde sanki uzunca süredir nefes almıyormuş gibi iç çektim, yığıldım yorgunlukla. Dalgalar birkaç metre genişliğindeki kayalığı dövedursun, fırtına havayı yokluyordu. Donuyordum tepeden tırnağa belki ama o an dünyanın en başarılı insanıydım. İçi deniz suyuyla dolmuş başımı solumdaki garip kitleye zoraki çevirdiğimde, hayatın bana biraz olsun soluklanma izni vermeden tuhaf şeyler sunmasına hayal meyal tanık oldum: Kayalığın köşesinde koca gözleriyle beni izleyen bilindik bir yüz, bilindik kızıl saçlarıyla küçük deniz kızı Ariel, oradaydı.

 Hikayesi de bilindik Ariel'in. Aşık olduğu prens için sesini feda etmiş saf bir deniz kızı. O kadar saftır ki, öylesine soğuk havalarda kayalıklara çıkmaktadır. Anlamsız bakışları, anlamsız bakışlarımla buluşur. O an kim daha ürkek karar verilemez. İlk defa gerçek deniz kızı görüyor olmam, ilk defa soğuktan titreyen bir insan görüyor olmasıyla tartılsa hangisi ağır basardı? İlk defa ölümden bu kadar ucuz yırtıp hemen ardından bu kadar garip bir vaziyet içinde olan ben, daha şaşkın olması gereken kişiyimdir aslında.

 Ariel'den gözlerimi ayıramadan doğrulup dizlerimi göğsüme çektim, küçüldüm, ısınmalıydım. İçimden gelen emin hislerle beraber, söyleyeceğim her şeyi anlayacağına şüphem yoktu. Bir de, benimle konuşamayacağından emindim. Sesi var olamazdı onun. Olabildiğine anlaşılır cümlelerle başıma geleni anlattım. "Yüzerek dönmem mümkün değil" dedim. Beni sırtına alacak ve süper bir hızla kıyıya ulaştıracak sanıyordum, sonuçta sevimli prens için öyle yapmıştı. Tepki vermedi. Yeterince sevimli değil miydim? Tekrar anlattım, karşılık alamadım. İngilizce anlattım, tık yok. Bu durumda benim yapabileceğim pek bir şey yoktu. Sırıttım istemsizce, o da sırıttı. Hakikaten ne saf bir kız!

Bir süre bakıştıktan sonra dönüp güneşin alçalışını izledik.

  Sudaki yansımalardan sıkılmaya ve soğuğu iyiden iyiye hissetmeye başladığımda O'na bir şeylerden bahsetme isteği doğdu içime. Yeterince vaktim vardı tahminimce. Ne bilirdi ki benim yaşadığım dünya hakkında? Ne umardı ya da ne olması gerekirdi hakikaten? Bihaber miydi gerçekten tüm olan bitenden? Bilmediği her şeyi anlatabilirdim ona çünkü güzelce dinleyecekti beni, bu da kâfiydi. Gözlerimi tekrar Ariel'e çevirip:

  "Buradasın değil mi Ariel," dedim. "Hayır öyle değil, burada olmanın ne anlama geldiğinden bahsediyorum. Var olmaktan ve bunun anlamından. Kayanın üzerinde iki biçim olmak ve burada işgal ettiğimiz yer midir bizi evrende değerli kılan tek şey şu anda? Varlığımız, adreslenebilen nesneler kümesi midir? Parmağını suya daldırdığında, parmağını gören balık için sen, parmağının ucu kadarsındır. Sen suyun dışında tam anlamıyla senken balık sadece parmağını deneyimler. O halde etrafında gözlemlediğin her şey, ne tür başka büyüklüklerin birer parçasıdır? Varlığımızın bir kısmını görürken, göremediğimiz yüce(!) varlığımız nerededir? Senin yerinde olsam, bazen suyun dışına çıkıp gökyüzüne bakmayı denerdim."
 
Bir an durup, "burada" olduğumu tüm yalınlığıyla kabul ettim.

 "Herkesin arasında ve herkesten uzak... Yine de en güzel sahneleri izlerken 'burada' olduğun için şanslı hissetmelisin Ariel. Ücra da olsa, deniz, dalga sesleri ve yüzüne çarpan meltemin devamındaki bu uçsuz bucaksız gün batımı... Yataklarında otururken 'burada olanlar' var. Bu kurmacanın çıkış kapısını arıyorlar. Hepsine karşın burada olmanın ağırlığını hisseden senin aklından neler geçiyor? Çıkış kapısı arıyor musun diğerleri gibi?"

  "İnsanların kafası karışıyor bu günlerde Ariel. Sağlıklı insanların kafası biraz karışık olur ama hayal kırıklığı görüyorum artık. Gelecek kaygıları kişilikleri yönetiyor. 'Burada olmak' tarafından ezilmişler. İleride de bulamayacaklarını düşündükleri konfor alanları deforme edilmiş. Erken yaşlarda ölüme yatkınlıkları da bu yüzden."

    "Ölüm demişken, yaşamak sence de ciddi bir mesele değil mi Ariel? Yüzmekten başka bir şey paylaşmaz mısın birileriyle? Üzerinde düşünülmesi gereken çok fazla şey yok mudur sizin oralarda. Bazen bunları unutup boş vermen gerekir tabii çünkü yorulursun en sonunda. Ama vardırlar işte, ve günün bitiminde dank ederler hep kafanın içinde olsalar da. Karşıma birini alıp konuştuğumda kendini daha çok belli eder bu durum. İnsanlar, ilişkiler, amaçlar, doğrular ve yanlışlar. Nereden geldiğin ve nereye koştuğun... Mevzular mevzuları açar, her açılan mevzu bir öncekini aşar. Konuşmalar dallanıp budaklandıkça kafalar karışır. Dudaklar devamlı kıpırdasa da gözler dalar bir yerlere."

   "Dalmış gözlerini çevirip yüzüne bakarsın karşındakinin, seni dinlemesini izlersin. Konu öyle derinleşir ki o an, içinizde kendinizin bile bilmediği bazı yerler yaşam sinyalleri verir. Sizden saçılan ışık, sadece ikinizin görebileceği şekilde aydınlatır etrafınızı. Bunun gibi anları bozmazsın. Bazıları insanlık için yıldız tozları olduğumuzu söyler ya hani, böyle bir şeydir belki insanlar için yıldız tozu olmak. O an en azından bir kez daha parlarsın."

   "Uzun sürer bu konuşmalar. Kelimeler ağızdan dökülür, biraz da övünerek, en sevdiğin cümleleri kurarsın. Konuşursun da konuşursun, dinlerler de dinlerler... Birkaç detayı hatırlasalar da birkaç güne unuturlar anlattıklarının genelini. Maskeli balonun birinde, onlarca kişiyle dans ederken aralarına karışıp kaybolmak gibidir o anlar. Olabildiğine herkes ve olabildiğine biriciksindir aynı anda."

   "Hem neden birini karşına alıp konuşursun ki Ariel? Neyi amaçlayarak bunu yaparsın? Ne isteriz aslında onlardan, bizi dinlemelerini mi? Sevmelerini mi? Tapmalarını mı?  Bize 'Küçük tanrı parçaları sizi!' mi derdi Tanrı?"


    "Aslında çoğunu unuttuğum anlardan birini hatırladım seninle konuşurken. Sıcak bir şeyler yudumlarken onunla konuştuğum anlardan... Sıcak bir şeyler, evet, sıcak bir şeyler olmalıydı şimdi. Fakat sıcak şeyler çok geçmişte kaldı."

   "Ya da boş ver Ariel. En iyisi bu konu hakkında biraz daha unutalım."

  Ve durdum. Başımı önüme çevirdim. O'na bunları neden anlattığımı düşünürken sustum. Az önce, anlamasını umduğum cümlelerimi sıralarken ben ne bekliyordum ondan? Bir kaya parçasının üzerinde iliklerime kadar donarken, hayata dair hiçbir şey bilmediğini düşündüğüm birinin ufkunu aralamak bana ne kazandırırdı? Acınası olan kimdi burada? Onu bir daha görmeyeceğime emindim. Yine de ona bir şeyler öğretmek istemiştim. Her şeyi bilmese de olurdu, bir şeyleri bilse yeterdi.

   Ufuktaki kızıllığın yavaşça kararmasını tenimde hissettim. Sahi saat kaçtı şimdi?

   "Geçmiş demişken, zamanın döngüselliğinden bahsedelim mi Ariel? Hiçbir şey geçmişte kalmamıştır düşününce. 'Geçmiş' diye adlandırdığın her şeyin tam şu anda yaşanmış olduğu gerçeğini anlamanı istiyorum senden. Çünkü tek bir an vardır hayatta, olmuş ve olacak her şey yalnızca o anda gerçekleşmiştir. Buna öyle inanmalısın ki, bundan sonra bir anıya her özlem duyduğunda aklına gelmeli söylediklerim. İleride bu konuşmayı hatırladığında yanında hissedebilirsin hem beni... Biz buradayız ve seninle sonsuza kadar süren bir konuşma yapıyoruz Ariel. Sadece unutursan öldürürsün anıları. Hatırladığın sürece, her şey hala yaşanıyor demektir bir yerlerde."

 "Varlıklar ve olaylar için zaman, aslında sadece konum değiştirmekten ibarettir. Çünkü zaman, ucundan tutabileceğin bir şey değildir. Zamanı hissedemezsin, göremezsin ve dokunamazsın. Buna rağmen savurup atabilirsin, o başka. Bilinen evrende zaman, sürekli hareket halinde olan parçaların dansıdır diyebiliriz. Daha küçük tepkimelere değinmezsek, hücrelerin bölünür ve yaşlanırsın. Dünya, bir yıldızın etrafında döner ve o yıldız da hızla başka bir sistemin etrafında... Birkaç saniye önce olduğun konumda değilsindir hiçbir an. Bunun kötü yanı ise; tüm bu bahsettiğim sonsuz ileri yönlü hareketin neticesinde bir anlığına önceden olduğun konuma dönebilecek olsan bile -ilk kez onu öptüğün ana mesela-  koca bir uzay boşluğundan başka hiçbir şey bulamayacağını bilmelisin."

   Aslında ilk öpücük de uzay boşluğu gibi hissettirmez miydi? Titreme nöbetlerim sıklaştı.

  "Akşamüstü denize girmek beni biraz üşütür Ariel, sen alışkın görünüyorsun, var mı üzerime verebileceğin bir şeyler?"

   Son bir kez daha O'na baktım. Bedeni anbean şeffaflaşırken, ay ışığı güzel çehresinden ve kızıl saçlarının içinden geçip yüzüme vuruyordu. Kayalığa çıktığımdan bu yana varlığına tutunduğum küçük deniz kızı nereye kayboluyordu? Dayanamadım bu ağırlığa, yan düşüp devrildim buz gibi kayalara. Cenin halinden çıkamazken, artık gördüğüm yalnızca açık gökyüzü ve yükselen dalgalardı. Bitkin düşmüştüm. Ölecek miydim? Gözyaşlarım yanaklarımdan akarken ufacık bir sıcaklık hissetmeyi umdum. Hissedemedim, ne sıcaktır oysa gözyaşları. İyice bastıran uykuya engel olmak için son bir kez daha seslendim ona. Lakin şimdi yavaş ve bulanık bir sesle:

 "Buradasın değil mi Ariel?"

  Cevap veremezdi, cevap veremediğine göre buradaydı. Burada mıydı?

 "Bu sefer gerçekten burada olmaktan bahsediyorum, yanımdasın değil mi? Ne olur yanımda ol. Söylediklerimi hatırlıyor musun? Beni unutmazsan ölmeyeceğimi biliyorsun değil mi? Hep burada olacaktık ya hani sonsuza kadar. Ne olur beni yalnız bırakma. Bu akşam yaşananları unutursan yok olacağım Ariel. Annem de hatırlar beni, annem çok sever beni. Babam da hatırlar ama onların hatıralarındaki ben donarak öleceğinden habersizdi Ariel. Öleceğimi bildiğim son anlarımı canlı tutabilecek tek kişi sensin. Ne olur unutma beni Ariel. Var olmaktan ve anlamından bahsediyorum, ben buradaydım ve birazdan burada olmayacağım. Beni değerli kılacak tek şey sensin artık Ariel. Beni sonsuza kadar unu...t...m...