Y

.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Sim

Alacalı bir akşam
Sıcağın serin yüzü
Bende al bir hüzün

Nefessiz izlenen
Sahnelerin kulisi gibi
Sahte muhteşemlik

İstenen bu değil
Mutlu gözler kadar
İstenen parlak,canlı

Ateşin soğuk tarafı
Sanki olması imkansız
Ama en olması gereken

Metal gökyüzü yine al
Ve her elveda
Bilinmeyen yüzlere

17 Ağustos 2012 Cuma

Gay Fish


Şu fame olma, popilikle falan ilgili bir yazı yazmak benim boynumun borcudur zaten, ve gün de bugündür, ya da bu gece işte her ne haltsa, hadi bakalım başlayalım

Blogk Manifesto'yu resmen Emre'nin kollarına emanet etmiş durumdayım, bütün yazıları o yazıyor neredeyse, çünkü blog işine çok zaman ayıramıyorum, neden derseniz evde yatmaktan, çünkü her şey yolunda ve hava çok sıcak, benim yazılarım da duvar gibi karamsar yazılar oluyor genelde, bu yaz vakti yapılabilecek tek şey olan taşak muhabbetine bile tahammülümün olmamasının nedeni de İzmir'in aşırı sıcakları, sıcaklar olmasa tamamen sıkıntıdan yazı yazarım, bunaltım sıkıntımı yendiği için böyle bomboştum. Bu arada bir iki şey yazıverdim Soysuz'a. Buraya yazmayıp oraya yazmamın nedeni de sorumluluğu yalnızca bana ait olan blogu canlı tutmak, fakat önümüzdeki günlerde kafanızı bolca sikeceğim, bundan şüpheniz olmasın.

Ben Soysuz'da yazarken amacım insanlar tıklasın da feym olayım değil, içimi dökeyim insanlar okusun bir fikir versin de, geliştireyim kendimi, kendim olayımdı. Tabi ki takdir istedim lan, ben de insanım, okşayın sırtımı ve egolarımı istiyorum ama asıl amaç yazarlığa giden yolda dışavurumlarım falan bok püsürdü işte, dalgama bakıyordum. Yazıyordum okutuyordum işte, blogla ilişkim buydu.

Sonra bir gün abimin bana "lan Utku böyle böyle bir video var baksana" diye izlettiği klip ile ilgili bir yazı yazdım, hani adı yeni duyulmaya başlayan sanatçılardan biriyle ilgili, öylesine bir yazı. Çok iyi hatırlıyorum okuldan dönmüştüm, baya bildiğiniz okulumun manidar forması ve folloş olmuş ütüsüz pantolonu  üzerimdeyken yazdım, zerre ciddiyet yoktu yazdığım şeyde ve sonuçta da yarrak gibi, mesaj kaygısı taşıyan, basitin de basiti bir yazı çıktı ortaya. Yazıyı tekrar okudum, sonra tekrar, sonra tekrar ve en sonunda silmeye karar verdim, fakat bir baktım ki çok tıklamışlar o yazıya, hatta kullanmak isteyen bile oldu. Tek bir gecede blogumdaki en boktan yazılardan biri en çok tıklanan yazılardan biri oldu.

Fame dediğimiz bok bu abi işte.


Bundan fazlasını yazmayacağım çünkü gerek yok, ask.fm, twitter, facebook gibi sanal ortamlarda, var olmayan dünyalarda tanınan ama gerçek hayatta yanımızdan geçip gidecek, belki küçümsenecek fakat karşılık bekleyen ilginin şişirmiş olduğu iğrenç egolarıyla insanların ağızlarına sikini sokmaya yeminli insanlar toplumda bunu yapmaya haklı görünürken ve asla var olmayan bir statü üstünlüğüyle insanları küçük gören, her dediği sikik şey olay olan, bu noktaya gelmek için her türlü rezilliği kabul etmiş ve sosyal medyaya götünü emanet etmiş insanlar varken dünyamızda ve ülkemizde, nefes almak mümkün olmayacaktır. [bu yazdıklarım, daha önce hakkında yazı yazmış olduğum kişiye bir saldırı ya da hakaret kesinlikle değildir, genel bir serzenişten ibarettir]

Olayın özeti de şöyle:

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Limon

100 gram tavuk göğsündeki protein miktarı 27-28 gramdır ama proteinin tavuk göğsünde çok olması istemsiz bir seçim miydi yoksa proteinler tavuk göğsünü çekici mi buldu? Proteinleri anlayamadım bu güne kadar. Mesela ben hiç bir tavuk göğsünü avucuma alıp sikmek istemedim, istememde. Koyun butu varken tavuk göğsüymüş heh. Peki ya bamya fiyatları? Kilosu 12 tl lan. Bir kalıp boku para vererek satın almak gibi. Odamda beyaz lamba değil de arkamdaki sarı lambayı yakınca kendimi daha havalı ve zeki hissediyorum. Amına kodumunun lambası gözlerimi rahatsız ediyor. Bırakmalıyım bu kendime olan saygımı. Yoksa evde takım elbiseyle gezmeye ve kendi tuvaletimizde sıçamamaya başlayacağım.

Kimin tuvaletine sıçtığımı geçin orası beni ilgilendirir, lakin bir benzin istasyonunda deli gibi kakanızın gelmesi? Ya da daha kötüsü, bir derbi maçında bokun baş vermesi? O zenci gibi adamla karşı karşıya gelmek, parayı vermek ve sıçmak, üstelik suçlu da bir durum, herkesin sıçtığı yere sıçıyorsun, böcekler falan var yerde, ama yine de sıçıyorsun, çünkü vücut istiyor. Sonucu mide bulantısı da olsa istiyor. Cinsel dürtü de böyle birşey işte, aslında hiç temiz değil fakat o mikrop dolu şeyin içine girmek, ya da içinize almak istiyorsunuz. Ben hiç içime almak istemedim.

Aslında boku bokuna bir oyunun peşindeyiz seks denen şeyi arayarak. Vincent Vega'nın dediği gibi  "atla arabana, evine git, çek ossbirini olsun bitsin" seks kadar nankör ama bi o kadar da sevimli bir bok varsa kesinlikle yumuşak küçük kedilerdir. Vücut üzerinde etkisi amatörler için 5-10 dakika geri kalanlar için en fazla 25-30 dakikadır ve sonrasında siktir olup gider. Elinin altında olan bir kadın varsa bu söylediğim "nankör" sıfatı geçersiz kalıyor. Lakin bu günlerde sikinin doğrultusuna gidip hayatını mahveden boklar görüyorum etrafımda. Güzel şey ama tabii.

En güzel boku yemiş adam da James Dean'dır lan herhalde, fakat en güzel bokları bizler yiyoruz, bize saklamış. Tek bir virgüle bakar bu işler. Çok bok dendi bok vardı sanki? Yazı yazdığım yıllar boyunca hep bok dedim, küçükken çok artistti ama bok demek, yazı bir anda güzelleşiyor, bir iki yaş büyüyordum fakat çocuk aklıma bir iki yaş yukarısının aslında hiç de imrenilmeyecek ergenlik yaşları olduğunu göremiyordum. Popüler kültürün alt başlığı olan dizüstü edebiyat da bize bol bol "bok, seks, boşalmak, karı, am" verdi, artık am dahil hiçbir şey istemez olduk. Ben istemez oldum, isteyeniniz varsa ayrı yoldan gitmişiz biz, ayrı suuudaaan içmişiz biiiz. Dizüstü edebiyatı sevilir mi lan, resmen edebiyatın ırzına tecavüz.

Üst paragrafta söylendiği gibi kelime haznemizin am,göt,meme,anan,zaa,reyiz gibi olduğu siktiri boktan bir devirde ne kadar daha devam edeceğiz bilemiyorum, bundan ilerisi daha mı kötü yoksa daha mi iyi onu hiç bilemiyorum.Ekşi sözlüğün kurulduğu yıllar, ne oluyor? 99 filan sanırım. O zamanlarda 19-20 yaşında olup yurt dışında okumak vardı, özellikle kış mevsiminde. Ceketini giyip, eline bi fincan çay, kahve alıp win 98 bilgisayarı açmak ve hiç laf sokma çabası olmadan ve "ergen" lafının e'sinin bile bilinmediği bir ortamda babalar gibi entry girip, yorumlara at gibi kişneyerek gülmek isterdim. Tanrı bi güzellik yapsa, burnunu filan oynatsa şu bücür cadının yaptığı gibi, zamanı bükse de bi 99 aralık sabahına çan sesleriyle uyansam.Ama tanrının daha mühim işleri var. Hiçbir şey yapmamak gibi.

Tanrı hiçbir şey yapmıyor olsa bile, 99a yolculuk yanlısı değilim ben, illa olacaksa 90 senesi olsun, tam 90, sonraki 10 yılı ben yaşayarak güleyim. 'Elinde kahve, sırtında ceket ile win 98 açmak' gibi tanımların poserlık olmadığı hatta pouser kelimesinden türeyen poser'ın bile bir anlamının olmadığı zamanlar... Bu eski zaman fantazmı hep vardı bende, daha eskisi, daha da eskisi, en eskisi ve yalnızlık. Şimdiki öğrenilmiş yalnızlığın eski zamandaki 'zorunlu yalnızlık' yansıması. Evrende yapayalnız olmak. Bu benim yalnızca araştırmacı merakım, fakat gönlümdeki eski biraz da Orta Dünya eskisi, aşığı olduğum sıcak hanların, hayal gücünün ve ihtişamın, kanın, kahraman olmaksızın lanetlenen insancıkların dünyasının eskisi. Çizdiğim dünya bu yönde, ruhum ve kalbim orada olmayı istiyor, kılıcımla mürekkebi yarmak istiyorum, kuzey müzikleri eşliğinde...

Kuzey müzikleri bizim taşaklarımızı yesin. Gerçi bazen hayırsız gecelerde neşemizi buluyoruz. Evet lan biz neşemizi müzikle buluyoruz. İçkinin tadı kötü, hem biz sporcuyuz.Hayırsız gece ne demek lan ? Yıldızsız bi gece olabilir bence. Orta Dünyada'da yıldız var mı? Filmde hiç dikkat etmedim gerçekten. Küçükken buralarda yıldızlar çoktu, gerçi hala çok ama eskisi kadar değil. Her yıldız kaydığında birisi ölüyordu, en azından bize öyle söylediler. Tuhaftır ki yine her yıldız kaydığında bir dilek tutma hakkımız oluyordu. Yıldızların kayması hakkında bu iki rivayeti bildiğim için ve çok iyi niyetli olduğum için hiç oyuncak araba veya daha çok çokonat dilemezdim, hep diğer gün kayan yıldızlar yüzünden ölecek insanların ölmemesini dilerdim. O denli de iyi niyetli bir veletken, şimdiki halime şaşırıyorum amına koyayım.Ama beynine bok çuvalı geçirilmiş gençler gibi "keşke çocukluğuma dönsem" demiyorum çünkü çocukken yarrak kafalılıktan başka bir bok bilmezdik. 

Çocukken benim yarak kafalılıktan başka bir bok bilmediğim doğrudur, bununla birlikte yarak kafalılık nedir onu da bilmezdim, bilmezdik, salaklığımızı safça yaşardık, salağa yatmazdık, çünkü bir şeyleri saklama güdüsü yoktu bizde, penisimize kan pompalanıp büyümesi gibi sonradan kazandık bu piçliğin bilincini. Bilinçli olarak piç olduk. Ben olmadım, ben yalnızca orospu çocuğu oldum, tıpkı bu doğa ananın her bir küçük bireyi gibi. Küçükken tecavüze uğrayabilirdim, kaçırılabilirdim, öldürülebilirdim fakat bunların hiçbiri olmadı, bu yaşıma kadar birkaç ufak hırsızlık vakası dışında direkt bir tehlikeyle karşılaşmadım ve yıllar da bana kendimi savunabileceğim kaslar verirken saflığımı, pür gülüşümü yüzümden aldı. Bakkal da paramı alırdı hep, hayat böyleydi demek, her alınan için bir verilen var. Tanrı canımı aldığında bana cehennemi verebilir.

Herkes biraz orospu çocuğudur erkek kardeşim. Herkes biraz safken, biraz "cin gibi" dir. Bunların çocukluk veya yetişkinlikle alakası yok, genel olgulardan bahsetmek gerekirse yine herkes biraz güzelken, biraz çirkin ve herkes biraz iyi niyetliyken biraz orospu çocuğudur. Sonradan istemsiz kazandığımız bu piçliğin belkide en uç safhasında değiliz ama en saf olanlardan da değiliz. Bizim de aletimize kan pompalayıp piçliğin üst noktasına vurmak istediğimiz zamanlar olmuyor değil. Bizim bakkal öyle hiç diğerleri gibi para üstü yerine sakız vermezdi, paşa paşa yarrak kadar olan elli bini verirdi, biz de onu arkadaşlara atıp kafalarını yarardık. Lan bence herkesin cehennemi farklı olacak, mesela seninki parlak basket sahası üzerinde sevişen kızları yalnızca izleyebilmek veya mızıkaların tren gibi kıçına girmesi. Zaaflarımızdan vuracak bizi tanrı. Ve inanın bana sikin büyüğünü tutucaz gibi geliyor gözlerimizi tamamen yumduğumuzda.

Sikin büyüğünü tutacağız ve yutacağız, benim götüm mızıkaların girip çıktığı Haydarpaşa Garı iken veya sahadaki garıları acı çekerek izlerken aşağıda birileri de bu işkence için hazırlanıyor olacak. Süresiz bir sınav gibi ironik bu hayat, süre sınırlaması yoktur, fakat belli bir saatte sınava girdiğin kurum kapanacaktır, bu yüzden aslında süre sınırlaması perdelerin arkasına konmuştur. Yaşamak da öleceğini bilerek ama bilmeden nefes almak, koşmak ve yemek yemek gibi. Yemek yemek enerji verirken koşmak seni bir yerlere götürür, arabası olan adamların aksine akü ya da benzin değil yemekle ve suyla çalışırsın, ikisini karşılamak daha kolay ve avantajlıdır. Her ne kadar araba daha hızlı olsa da daha açık hedeftir ve yolları sınırlıdır, oysaki bir çift kol ve bacak seni kurşunlarla delik deşik edilmekten kurtarabilir. Bazen ise öyle bir şey olur ki, sen koşuyor ya da yürüyorsundur fakat yanından geçen arabadaki adamlar yanından geçerken delik deşik eder seni, sokak ortasında, o kadar insanın ortasında delik deşik olmuş yerde yatıyorsundur, ki bu da ironinin dibidir. Sokaktakiler bağırırlar ve panik yaparlar fakat hiçbir zaman aşırı bir panikleme olmaz, çünkü araba gitmiştir, tehlike de. Merak vardır ve üçüncü şahıslar birer tiyatro seyircisidir, interaktif tiyayro dediğimiz naneyi izlemeye gelenlerden hem de, oyunun kaderi rastgele adamların elinde, öledebilir kurtuladabilir. Sonuç her ne olursa olsun panik had safhada olmayacaktır, paniğin yerini adrenalin almıştır, gözbebekleri kısılmış ve küçük çaplı kaosun içindedir insan böyle bir cinayet durumunda, zevk de alabilir bundan, çünkü kendisine bir şey olmayacağını bilir. Fakat bir keskin nişancının kurşunu bunu yapmaz, ya da nereden geldiği hiç belli olmayan bir AK-47 kurşunu, ikisinin de yarattığı kaos tamamen korkudur, etrafta kaçışan insanlar görürsünüz, "HIEAETIHAEGADSHGAJH" diye bağırışarak, kör hayvanlar gibi amaçsızca, delirmiş gibi kaçarlar ve eğer biri ardından bir diğeri de vurulduysa ve bu sayı artıyorsa, insan kurbandan kaçan dana gibi olur, avcının ritüelini kendi hayatı adına bozmak. En çok sakınılan kendi hayatlarımız ve en çok korkulan da bilinmeyen. Yumruğu nereden yediğini bilmek önemli, karşı çıkamayacak bile olsan kafandaki 'acaba kim bu, direnebilir miyim?' sorusunu silmiş oluyor ve inanın bana soru işaretleri tehlike anında tehlikeli bir ağırlıktan başka hiç bir şey değildir, bu yüzden karanlıktan korkmaya devam edin.

Aslında her zaman bu kadar gaddar olmazlar. Gerçekten kendi güzel hayatlarını, başkalarının boktan ve leş kokulu hayatları uğruna hiçe sayabilecek insanlar da yok değil. Bunu belki istemsiz, belki de istemli olarak gerçekleştiriyor olabilirler. Herkesin içinde biraz iyilik vardır. Günün bombok bi saatinde cadde ortasında gerçekleşen cinayet belki de kimsenin ipinde değil ama şu doğu taraflarında, geceleri uyumayan herifler var. Gerçekten borçlu olduğumuz herifler. Genelleme yapmayı bu yüzden sevmiyorum. Ama biraz cesaret edip o nişancıyla başa çıkmayı hedefleyebiliriz ki bunu her konuda söylüyorum, bi kaos anında değil. Çünkü tehlike anında en çok salgılanan hormon adrenalindir. Ve adrenalin sizi tanrı yapar. Tanrı olmasa da, sağ veya sol kolu yapar en azından. Gizlice merdivenleri çıkıp o herifin kafasına bir çerçeve kenarıyla vurabilirsiniz. Önemli olan da bunu yapabilmek zaten hayatın her alanında. Ve ihtiyacınız olan adrenalin aslında sadece bir düşünce, her zaman aklınızda olan ve kullanabileceğiniz bir ilham ya da o tür bir şey.

En büyük ilham kaynağı hayal kırıklığıdır çünkü verdiği acı şaşkınlıkla karışıktır, böğrünüze saplanır ve bir gümüş kılıç gibi, göğüs kafesinizi tam ortadan ayırarak karnınıza kadar iner, akan şey kan değil terdir, buz gibi ter. Fiyaskoların büyükleri şaşkınlık yaratır, her zaman her yerde olabilir, aniden patlayan bir lamba, sınavdan alınan hiç beklenmedik bir not, balık gibi atladığınız bir şut fake'i, hayvan gibi donanımlı ve sağlam kızların yorrak gibi tiplerle çıkması... En çok sonuncusuna şaşırdım ben hayatım boyunca, sike sürülecek meymenet olmayan tiplerin yanında gayet zeki ya da güzel -ki bazen ikisi beraber, nar ekşili salata gibi- kızların olması, tanrının bahsi geçen elemanın hayatının zorluk seviyesini beginner'a alması, görüntü kalitesini de highest yapması gibi bir şey, fazladan, sinir bozucu bir durum. Bir dilencinin 200 lira para alması gibi, bozuklukları bir kenara bırakıp o 200 lirayı öpmesi, koklaması, sonra o 200 lirayla sevişmesi. Adil mi? Kesinlikle, peki bu adaletin işi mi? Şansın işi.

Şans genelde taşağına buyruk hareket etse de, acıma duygusu çok yüksek bir pezevenktir ve çokça salaktır. Nerden bildiğimi soracak olursanız, bu güne kadar şansın neredeyse her zaman çirkin,boktan,pasaklı,akılsız,mal ve zihniyetsiz götlerin yanında olduğunu gördüğümü söyleyebilirim. Çünkü diğer güzel insanlar için şansa pek gerek yoktur. Güzel ve akıllı olmaları en kaliteli "şans" olabilir. Şans gerçekten en boktanından insanların yanında sürünüp gider ve onlara yapmacıktan gülümser. Ve o piçler bizim yanımızdan bu şans eseri geçip giderken, şans denen olgu arkasını dönüp bize bakar ve bi bakış atar, bu bakış "üzgünüm, emirler böyle be abi" bakışı mı yoksa "sana da sıra gelicek" bakışı mı hiçbir zaman bilemeyiz. Çünkü şans hiç belli etmez kendini. Ne zaman gelip gideceğini ve kime vuracağını tamamen bilemeyiz. İçine kapanık bir velet bile diyebiliriz şansa ama keşke bu kadar akılsız olmasaydı.

Ben bunları şanssız bir günün ardından yazıyorum, çok defa ölümle burun buruna geldiğim ve yukarıda saydığım her olgunun nabzımı yoklayıp beni fordladığı iki gün. Burada hala tek parçaysam bunun sorumlusu şans olamaz çünkü şansım olmadığından girdim bütün bok yollarına. Dün sokakta vurulabilirdim, vurulmadım, bir dönerciye girdim ve oranın tuvaletine kilitledim kendimi. Dakikalarca soluğumun dinmesini bekledim ve önceki gün gördüğüm 'bugün yaşayacağım son gün' kabusundan kesik kesik sahneler geldi gözümün önüne, asla tam olarak hatırlayamayacağım ama uzunca bir süre bilinçaltımda filmini döndürecek olan bir salon gibi, tek izleyicisi ve tek oyuncusu bendim, öldüğüm gibi uyanmıştım. Bu gün evdeyim ve bunları yazarken fark ediyorum ki ikinci bir hayata uyanana kadar bu modern ilkel hayata tutunacağım, beni bırakana kadar öyle ya da böyle nefes almaya bakacağım, gerekirse herkesi unutarak, gerekirse herkes için. Köpek dişlerimi ortadan ikiye kesmiş olduğum limonun yumuşak dokusuna batırıp çenemle sıkmak gibi, tanımsız ama asla vazgeçilemez bir şey bu yaşadığım. Bilmiyorum, belki bir gün ölürüm.

10 Ağustos 2012 Cuma

Uzun Yol Dilencisi

Derin bir etki bırakmak gerek hayatta, bilmek lazım gibi geliyor çoğu şeyi ve bildirmek insanlara. Neden paylaşmak için illa kollarımızın altında birini arıyoruz ki? Veya boktan hayatınızı renklendirmek amaçlı? Uzun yolculuklarda ağza atılan naneli şeker gibi bu, naneli şeker ne gideceğin yeri değiştirir ne de arabanın hızını. Ve aslında bir boka da yaramaz naneli şeker. Tamamen placebo etkisi.

Seks yapmak gibi, anlık heycanların peşinden koşarak çürüttüğümüz anların vajinaları olsa dünya çok am kokan bir yer olurdu. Yazılarda pek küfür kullanmam, bu dikkatinizi çekmek için edilmiş bir küfürdü ve başarılı olduğunu söyleyebilirim. Nitekim sevdiğiniz bokların içinde bir tane bile güzel kokanı yok. Hepsi çürümüş ve artık. Güzel kokan bok mu dedim? Belkide bokun kokusu kötü değildir, bize öyle öğretmişler. Kafanızdaki mutlak doğruları değiştirmeden ölürseniz, mal gelmiş mal gitmiş olursunuz. Müzik zevkinizi geliştirmekten bile yoksun ve bu denli acizken sahip olduğunuz egolara şaşıyorum.

Tamamen belirli bir konu çerçevesi içinde yaşanmasa da hayat, bizlerin şekillendirdiği ve uğruna götümüzü bile para karşılığı vermemiz gerektiği eski, kullanılmayan bir yarış pisti ve son zamanlarda çok pisleşti. Eskiden yarışanlar yarışmış. Uzun bir etapta yarışanlar. Şimdi geriye kalanlar yani bizler, onlardan kalanların artıklarını topluyoruz ve tanrıdan yardım istiyoruz. İnsan diye tanımlamıyorum bizleri. Kısaca uzun yol dilencisi.