Y

.

10 Ocak 2013 Perşembe

Sarının Yeşili

Basketbol hakkında biraz bilgisi ve ilgisi olan biri bilir ki, dünyada basketbolun medya ve kameralarla arası olan en büyük basketbol ligi NBA'dir. Euroleauge dururken NBA'in daha geniş bir izleyici kitlesine sahip olmasının yüzlerce sebebi var fakat temeline indiğimizde bunun nedeni kameralarla olan arkadaşlığı. Evet, Euroleague bünyesinde son derece yetenekli oyuncuları barındırmakta fakat maç sonu istatistiklerine baktığımızda gerek sayı, gerek bireysel performans istatistikleri olarak "neden Euroleauge değil?" sorusunun cevabını orada, sayısal değerler olarak yazmakta oluyor.

Yine NBA hakkında biraz bilgisi ve ilgisi olanlarınız hatırlayacaktır ki, 2008 yılına kadar Seattle Supersonics, ligin otuz takımından biriydi, taa ki Sonics'in art arda yenildiği 11. maçının sonunda Clayton Bennett'in takım haklarını alma teklifiyle çıkagelene kadar. Bennett'in bu teklifiyle, 2008-2009 sezonuna başlamadan Seattle Supersonics'i bugünkü Oklahoma City Thunder adıyla Oklahoma City'ye taşındı. Her ne kadar Bennett 'Seattle Supersonics ekibini bir arada tutacağı' sözünü tutmuş olsa da Seattle takımından olmuş oldu.
                 

Oklahoma City Thunder, NBA'in en başarılı takımlarından biri oldu. Ligde geçirdiği dört yılının üçünde playofflara kaldı, 2011-2012 sezonunda San Antonio Spurs'ü yıkarak 1998den beri San Antonio Spurs, Los Angeles Lakers ve Dallas Mavericks dışında NBA finaline yükselen ilk Batı takımı oldu. Sayı kralı Kevin Durant, Russel Westbrook ve Serge Ibaka gibi drafttan 'piyango' olarak takıma gelen yeteneklerle oldukça genç ve kelimenin tam anlamıyla korkunç bir takım oldu Oklahoma.

Fakat işe Seattle cephesinden baktığımız zaman, durum bu kadar da iç açıcı değil. Bir anda kaybettikleri takımlarının bu ani yükselişi hem takımı kaybetmek, hem bu yükseliş, hepsinden önemlisi hakkettikleri basketbolun elinden alınması açısından bakılırsa, bu kararın bu tarafı ne kadar üzdüğünü görebiliriz. Seattle'ın emekli uzunu Shawn Kemp -ki kendisi hâlâ Seattle'da oturmaktadır-, bu konu hakkında:

"İnsanların bir gün beni Oklahoma Thunder'ın maçında ön sıralarda oturup takımı desteklerken görmeleri gibi bir olasılık yok. Buradaki insanlar basketbolu ve takımlarını hakkediyorlar. Bu hakları ellerinden çekip alındı. Bu hakları çalındı. Bu insanlar ve Seattle'a bağlılığım takımlarını geri alana kadar devam edecek. Sonics sahaya çıkana kadar kimsenin maçını en önden izlemek gibi bir niyetim yok."

Hal böyleyken, gerek Seattle yönetimi gerek Bennett gibi başka kapitaller, Seattle'da bir basketbol takımı için kafa patlatmaktaydı. Çok kısa zaman önce Seattle'da bir arena izni talep edildi ve bu talep kabul edildi. Önceki gün akşam saatlerinde de, Sacramento Kings'in haklarının satılacağı ve takımın Seattle'a taşınacağı rapor edildi. Seattle, geçici bir süreliğine Key Arena'da olacak, sonra yeni sahalarına geçecekler.

Her ne kadar bu olay bir anda gündeme gelmiş olsa da, milyon dolarlık bu teklifin hazırlanma ve kabul sürecinin bir yılı aşkın süredir düşünülmekte olduğunu söyleyebiliriz ve eğer bu fikir gerçekleşirse, 2013-2014 sezonuna Seattle Supersonics ile başlayacağız fakat batıda Sacramento Kings olmayacak.

Seattle Supersonics'in eski evi Key Arena

Dostum Ersel ile geçen günlerde "1990 senesinde üniversiteye girmek" şeklinde bir muhabbetimiz olmuştu. Şöyle bir bakınca çok güzel bir hayaldi gerçekten de; üniversite sınavı tek oturum olacaktı, üniversite sınavına giren sayısı daha az olduğu için soruların seviyesi daha düşük olacaktı ve bizler eski İTÜ, eski ODTÜ gibi okulları görecektik. Sonra bu hayal Türkiye sınırlarından taştı ve genel bir "90'larda genç olmak" muhabbetine dönüştü.

"Sicilya'ya giderdim," dedi Ersel, "gerçi hoş, şimdi de giderim, fakat o yıllarda genç olacaksam, benim yerim Sicilya."

Bir takımın kaybolurken bir takımın yükselmesi, her ne yandan bakılırsa bakılsın, iki ucu boklu değnek. Sacramento Kings NBA'in en eski takımlarından biri ve bununla paralel olarak takımına bağlı seyircisi de çok. Son on yıldır güzel bir istatistik tutturamamışsa da Kings, Vlade Divac, Oscar Robertson gibi efsaneleri renkleri altında barındırmış bir kulüp ki 2002 konferans finallerinde Mike Bibby, Dough Christie, Jack Jackson ve Stojakovicli kadroyla şanssızlıklarının kurbanı olup Lakers'a kaybettiği serinin sonunda finalleri kıl payı kaçırdığını hatırlatırım.

"Ben Avusturalya'da okumak isterdim, ya da Amerika. Evet evet, 90 senesi Seattle'da, şahane olurdu. Teknolojinin henüz sıçrayıp tavana kafasını vurmadığı zamanlar, az insan az pislik, bir nebze daha büyük bir dünya fakat teknolojiye tamamen uzak değil. Microsoft atılımını yapmak üzere, üstelik Michael Jordan, Garry Payton, David Robinson, Karl Malone'lu bir basketbol oynanıyor. Hiçbir şey bant kaydı jeneriklerden oluşmuyor."

Hoşçakal Kings, hoşgeldin Sonics.

Seattle Supersonics'i hiçbir zaman adam akıllı izleyemedim. Belki bundandır, belki de sadece renklerini sevdiğim için fakat her neden olursa olsun Seattle bana doksanları anımsatır. Her sabah önceki gecenin on hareketini izlemekten bıkmayacağım yegane zaman. Hiç doksanlarda genç olmadım, doksanların sonunda çocuk oldum ve doksanlarla ilgili bu konudaki tek avuntum, basketbol maçının ön koltuklarında telefonlarıyla oynayan, kamera önü insanlarının daha az olduğunu düşünmek oluyor. Hatta o zamanlar kamera önü basketbolcuları bile icat edilmemiştir, kim bilir?


9 Ocak 2013 Çarşamba

Kızıl Küller

  Dışarıda leş gibi bir hava var. Önümde bir kaç kağıt, gözlüğüm henüz tam olarak kirlenmedi. Karşımda patronum dediğim adam. Patrondan çok, parayı ve kadınları seven biri. İyi yanları da var. Bir kaç hafta sonra öleceğimi biliyorum. Belki yanarak belki de ucuz bir kurşunla. Sonuçta öleceğim. İçkisini yudumluyor, yudumluyorum. Sıcak gözyaşlarım yanağımdan çeneme ulaşana kadar soğuyor. Ona görünmeden ağlamalıydım oysa o bunu umursamayı çoktan bıraktı. Aklıma geliyorsun. Bundan 17 sene önce. Bu yaşadığımız her şeyin öncesine dayanan bir gerçek. Sen, o sırada aklıma geliyorsun yine. Gözlerini ve boynunu hatırlıyorum. Güzel bir boynun vardı. İlk aşkım. Bir kaç yudum daha aldıktan sonra camdan dışarı bakıyorum. Bu siyah beyaz dünyada, kırmızı elbiseli kızın yanmış bedeni, kül olmuş elbisesi. Basit bir sedyede taşınıyor, bir kaç kişiyle daha. Diğerlerinden farkı yok, yalnızca benim görebildiğim kızıllığı haricinde.

  Gözlüğümü bir kaç gündür silmiyorum. Çok tozlanmadı, hem biraz kirli olması da her şeyi çok net görememem konusunda işime geliyor. Çok net biliyorum tabi. Seyircisi az olan tiyatroları bilirsin. Seyirci çok az olsa bile sahnede yine de oynanır oyun. Milyonlarca kişinin izlediği bir tiyatro düşün, seyircilerin tek tek sahneye çağırılıp mikroplu bir baltayla idam edildiğini de. Savaş çok kötü geçiyor kısaca. Ölümlere üzülmeyi bıraktık burada, ağlamıyor artık insanlar. Buna alışmak ne kadar onursuz görünse de bir süre sonra üzülemiyorum bile tam olarak. Çok ağlarsın da biter bir süre sonra gözyaşların. Bizimki ağlamaktan bitmedi, hiç çok ağlamadık bile. Sadece rutine bağlanması ve bize kimsenin dokunmaması çoğu şeyden soyutluyor aslında. İşimizi yapıyoruz ofisimizde. Kimseye zararımız yok, fiziksel olarak karşı çıkmıyoruz üniformalı adamlara.

  Sabah iki genç subay geldi. Kimliklerimize ve çalışma belgelerimize tekrar bakıp-her gün olduğu gibi- geri gittiler. Uygun adım bile yürümüyorlardı. Zaten sesimizi de çıkartamayız bu durumda. Patronum çok iyi bir adam ama sanırım rüşvet veriyor birilerine. Kılımıza bile dokunmadıklarına göre bu ihtimal çok yüksek. Onun da hayalleri var, karısını ve oğlunu çok geride bırakmış, bahsetmişti bir kaç ay önce. Çok güçlü bir kalbim varmış. Revirdeki er işini biliyorsa elbet. Onlar da pek çalışmıyorlar, gelen bir kaç ölü bedeni ki eğer bunlar üniformalı bedenlerse, yıkayıp gömüyorlar. Taziye mektuplarını da biz postalıyoruz zaten. Çok bunaltıcı bir rutinde yürüyor her şey. Neden yazıyorum hem bunları sana? Postalayacağım yeri bile bilmiyorum. Belki de öldün çoktan. Seni çok özledim.